CORONA Biz mişiz!

Corona: Taç, başka anlamıyla ayın güneşin etrafında ki ışık halesi demekmiş.

Bana göre neymiş?

Tanımadığım bir yüz, algılayamadığım bir davranış, sebep sonuca indirgeyemediğim bir anlayış. Başı, bedeni kuyruğunun gireceği yerlere kadar inceliyor, her şekle girebiliyor. İçi virüs dolu bir fare, kendisi tüm sağlığımıza büyük bela… Ne tekne ne kayık. İnsan gibi mi yoksa?

Şu an o beni korkutuyor. Rahat değilim. Korkuyorum ve bu korkumu kabul ediyorum. Bunu aşabilmeyi, bilinmeyenin karşısında böyle hissetmemi sağlayanı, beni sakinleştirmekten uzaklaştıranın ardını bilmeliyim. Bu tehdit ile benim aramda duran şu fareye benzeyen korkumu iyice gözlemlemeliyim. Amacı belli. Korktuğumu görmek istiyor.

Bu sanki insanlardan gelen ani yumruk, söz, bakış gibi… Virüs dolu düşüncelerle tehdit oluşturan büyük bir tehlike. Niye bu zamanda? Niçin bana? Derdi ne? Anlayana kadar o kişiye koyduğumuz mesafe, sınır diyorum, o ise ne sınır, ne de mesafe tanıyor. İnadına geliyor ve bizi kendi kafesimize tıkıyor. Bu insana benzeyen şeyi çabalasam da başka bir şeye benzetemiyorum. Kabul edince anlıyorum ki o virüs bizmişiz.

Dünya ormanına bir güzel, pervasızca, sınırsızca rahat rahat tehditmişiz. O sana sen ona…tanıyıp tanımadıklarımıza hatta garibanlara… sağlam sert vurup durmuşuz. Öldürmüşüz kesmişiz, kadınları çocukları doğramış, çalışanı ezip biçmişiz. Aç gözlerimizi ipek kumaşlarla parlattığımızı sanıp tıka basa doyduğumuzu sanmışız. Binlerce örnek var… Saymaya gazeteler, kitaplar yetmemiş, vahşetimizin büyüklüğü kütüphanelere sığmamış.

Halimize baka kalmışız. Ağırlığımızı kaldıramayan toprak göğü altımıza sermiş, biz onu da havasız bırakıp kirli havayla boğuşmuşuz. Biz dünyanın başına gelmiş en büyük belaymışız. Yatacak yerimiz yok muş.

Sonunda kabadayılarımız, krallarımız, prenseslerimiz gecekondudaki Fatma ninemiz; hepimiz eşit korkuda buluşmuşuz. İlk defa eşitlenmişiz.

Korkuyoruz… Bize yapılan bir yanlış söz/davranış için günlerce kendimize gelemez iken, şimdi yaptıklarımızın bedelini ödemeye sıra geldiğinde soluksuz kalacağımız için korkuyoruz. Cengaverliğimiz bitmiş. Tir tir titriyor muşuz!

Göz bebeklerimiz büyüyor… Korkuyoruz, yalnız ölmekten.

Kurban ol, Zorba yarat, Kurtarıcı ara! Tam bir drama üçgenindeyiz. Zorbayı yaratırken fark etmeyen zihnimize yine kurban olarak ağlamış, şimdide bana “Kaygı duyurma beni kurtar” diye yalvaran olmuşuz. Kendimizi birlemek yerine üçgenin içinde ters taklalar atmışız.

Bunun dersi nedir? Neyi öğrenmem gerekiyor? diye sorup cevabı için düşünme zamanını yine virüs belirlemiş. Akıllı meret! Bizden daha dürüst, tiyatro yapmıyor, hayatını oynuyor resmen. Kodlarını koydu, hepimizi merkezine oturttu. Çocukları, doğayı kucağına aldı. Saf ve masum ne varsa hepsini bize güldürdü.

Düşünmeye üşendiğimiz için sistem bunu zorla bizi evde tek başına tutarak, kıymetini bilemediğimiz sosyal yakınlıklardan izole ederek, yaşlılarımızı gözden çıkardığımızda tecrübelerine hasret bıraktırarak, temiz bir dünya için ellerini soyulana kadar yıkatarak, kendinle baş başa kaldırtarak, ekonomik olarak savurganlığını sınayarak, çalışarak kaptırdığın kendini nadasa bıraktırarak, kısaca neye direnç gösterdiysek bizi o konuda yüz yüze bıraktırdı.

Bu neyden korkuyorsak, onu dönüştürmemiz gereken şeyin artık zorlayıcı bir şeyle yapılmasının dayatması. Sistemin cevabı, diğer bir anlamda tokadı.

Öyle ise bunu nasıl okumalıyız. Tabii ki tersten!

İnsanlıktan çıkmaktan korkan tarafımız…Vahşi olmaktan korkan tarafımız… Bunun ile yüzleşmek yerine tersini yaptık. İnsanmışız gibi davrandık. İçimizden dış dünyayı küçümsedik, sahip olduklarımızın kıymetini bilemedik. Dostluklarımıza, sevdiklerimize samimi olamadık. Kalleşliklerle zafer kazandık. Laf sokma rekorlarını sosyal medya gücü sandık. Boy boy kendimizi göstererek “Bilmiyorsunuz ben ne şahaneyim” dedirtik. (zaten demediler, demiş gibi yaptılar.) İki yüzlülüklerin içinde binlerce maskenin ardında çekirdek kırdık. Karşılıklı sarılmak, sohbet etmek ne kadar kolayken bir sürü bahaneler üretip birbirimizi ektik. Zor zamanlar için sarılmaları depolamadık. Büyüklerimizin ellerini öpmekten kaçıp şimdi yüzlerine hasret kaldık. Hayatın bize verdikleri üzerine daha çok koymak yerine sahip olduklarımızı tüketerek geriledik. Savaşlarımıza önyargılarımızı rehber yaptık. Doğayı da kendimize uydurmaya çalışıp ağaçlara örgüler örüp dallarına kadar giydirdik. Evcilleşmesi gereken biz idik. Doğa değil.

Sokakta hayvanlar bizi insan sandı, biz iyi bellesinler diye sokaklarda onlara sağlam tekmeler attık. Dünya ormanı yandıkça arka tarafında nefesimizin bittiğini anlamadık, sonra da solunum cihazı kıtlığına isyan ettik. Akışa, sisteme, Hakk’a teslim olup doğasını yaşayacaklarımızdan uzaklaşıp yönetme, popüler olma hastalığı suyunda boğulduk.

Ne kadar çok konuştuk bir türlü birbirimizi dinlemedik, sözümüzü bitiremedik. Durup havaya 2 dakika bakıp uçakların ardından atılan kimyasal ilaçların altında olduğumuzu fark etmedik. Susmayı, içimizi, doğayı dinlemeyi unuttuk. Doğada yürüyüşler ütopyaya dönüştü. Birbirimizi unuttuk koşuşturmaktan. Geçmişi anarken hep anne keklerinin kokusundan başladık. Devamında çay içtik yanında birbirimizi yedik. Tüm bunları cesur yaşarken ve de kahramanca yaparken hiç korkmadık.

Dejenerasyonun genişliğinden kucaklaşmalar, aşk, sevgi boynu bükük mahzun şekilde ardımızdan baktı.

İnsan kendisini birilerine taç, kral yaptığı sürece güneşin ya da ayın ardında kalan ışık halesinden farkı yokmuş. Saklan saklan nereye kadarmış. Hatta utanmamış, “Tacıma kurban ol” demiş dolanmış fakirin kursağında. Corona benim dünyamda hırsından nefes alamayan, kibri, sabırsızlığı, hainliği, vahşiliği, ne oldum delisi, bencilliği ile insan imiş. Nereden nereye geldiğini mikrobun kucağına düşünce bilmiş. (Bilmiş mi? ondan da henüz emin değilim).

Masal gibi değil mi?

İnsansı bu varlık vahşi olmaktan korkan tarafından kaçtıkça dengesini kaybetmiş, her tür mikrobu üstüne çeken iki ayaklı mıknatıs olmuş. Ders bu ya…

Elimde Mouse tıklayıp duruyorum kapana gireyim diye. Teknoloji beni yönetiyor, kabul edemesem de. Girmem dediğimde, girmekten korkan tarafımı avlıyorum. Kendimi tersten okuyorum. Korktuğum şey Corona değil. Korkar hale gelip duvara büzülmekten, ezik görünmekten, çaresizliğimle karşılaşmaktan, kendimle göz göze, yüz yüze gelmekten korkuyorum. Corona’nın verdiği dersten korkuyorum. En büyük tehlikenin ben olduğumu, doğayı, iklimi bozup mikrobun yine ben olduğumun anlaşılmasından korkuyorum.

Çünkü bu utançtan kaçmak için yüzyıllardır uğraşıyorum. Köşeden başını uzatıp beni sobeleyen o utanç duygumla karşılaşmaktan korkuyorum. Suçluyum ve utanıyorum insan olamamaktan.

Her şey bir masal gibiydi. Artık değil… İlk defa dizilerin sonu iyi bitmeyecek, masallarda prensesler dirilmeyecek, aşıklar evlenmeyecek, daldan elmalar düşmeyecek.

Dönem dönem yaşadığımız bu gibi benzer gerçek hikayelere bir yenisi daha eklenecek. Son yüzyılın adına bir kitap yazılacak. “Utanç” denilecek. Tüm olumsuz duygularımızla altında saklandığımız yüzleşemediğimiz o temel duygu… İllüzyonu yok eden tek gerçek duyguyu, utanmayı kaçmak yerine dibine kadar yaşamalıyız! Bunun zamanı gelmiştir.

NASIL geçecek? Dünyada yıkılamayan iki kale varmış, biri iyilik, diğeri sessizlik. Üçüncü kaleyi de hepimiz artık ekleyelim. SEVGİ, BİRLİKTELİK, YARDIMLAŞMA ve DOĞAYA ZARİF OLMA. Bilemediğimiz kıymetleri artık gösterme, insana ait yaşamsal değerlerimizi hayata geçirme zamanı. Vahşi olmaktan çıkıp insanın kendini bilmesini ve iyi olma haline biyat etmesini sağlamalı. Huzur, Güven, Sevgi, Dayanışma, Eşitlik, Diğerini Var et, ruhundan oluşmuş bayraklarla ilerlenmeli. İçimizdeki kin, kibir, üstünlük, ben bilirim, yok etme virüslerinden ellerimizi değil beynimizi binlerce defa sevgi ve şefkatle yıkamalı.

SONRA?

Ve bir gün insan görünümlü halimizin ani ölümü yüzünden bitememiş bu kitabı hayvanlar bitkilere okuyacak, bitkiler mevsimlere anlatacak…ve kitabın sonunu onlar şöyle yazacak bize gülerek:

“21.Yüzyıl bir masaldı. Bunlar ki, bize kükreyen vahşi insansılardı. Havalarından geçilmezdi. Yediler, içtiler, yaktılar, yıktılar, savaştılar. Uslanmadılar. Havaları bin beş yüz idi, defalarca başına gelenlerden bir türlü akıllanmadılar, sıfırlandılar. Geriye hava kaldı. Denizler onların sandılar, dibinde yaşayamayıp karaya vurdular. İnsansılar, ibret alamayandılar. Dersleri kabul etmek zorunda kaldılar. Sınavı geçene eğilmeyi borç bildiler. Niyet nasibe vurgundu. Yeni çağ için mühürlendiler…

Bizim dünya doğamızın bu masalında gökten üç elma düşmüş, biri ibret alamayan insanlara, biri bu hikâyeyi anlatarak kendini yineleyip kerevetine çıkan doğaya, biriside bunu okuyan, anlayan, değişen dönüşen sonra sonsuza kadar mutlu yaşayan cesaretli hümanistlerin, doğa ve evrene uyumlu başlarına düşmüş…”

Bilge Öztoplu
23.03.2020

Comments 7

  1. Nurhan Kurkan
    24 Mart 2020

    Çok açık ve temiz bir anlatım. Tebrik ederim.

    1. Bilge Öztoplu
      24 Mart 2020

      teşekkürlerimle…

    2. Bilge Öztoplu
      24 Mart 2020

      Sevgiler

  2. Selda Menkü
    24 Mart 2020

    “Beynimizi binlerce defa sevgi ve şefkatle yıkamalı”
    Belki de tüm fizyolojik ya da psikolojik hastalıkların ortak tedavisi…
    Kaleminize sağlık…

    1. Bilge Öztoplu
      24 Mart 2020

      Çok teşekkür ederim.. Sevgiler

  3. Belkıs
    24 Mart 2020

    Çok güzel bir yazı.Hepimizin yaşadıklarını yazıya dökmüşsün harika üslubunla..Eline,yüreğine sağlık Bilge’ciğim..Sevgiyle,sağlıcakla kalasın..

    1. Bilge Öztoplu
      24 Mart 2020

      çok sevgilerimle…

Nurhan Kurkan için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.