Ölü Kelebekler – Cezmi Ersöz

Hiçbir sevgi yetmiyordu bize… Başkalarının kalplerinde yarattığımız, ateşlediğimiz sevgilerle yaşayabiliyorduk ancak… Çünkü birileri bizi ilk ve gerçek sevgiden yoksun bırakmıştı… Ve bu boşluk hiçbir aşkla, hiçbir sevgiyle dolacak gibi değildi… Birinden, öbürüne, sonra bir başkası daha… İşte tam bulduk, derken, elimizde soluk, hüzünlü cam kırıkları kalıyordu…
Sevgi arsızıydık sanki… Doğumumuzla birlikte verilmemiş olan o ilk ve gerçek sevginin yeri hiçbir insanın sevgisiyle dolacak gibi değildi…
Dünyanı zihnimizde taşıyorduk sanki… Karşılaştığımız, bizi sevsinler, bize bağlansınlar, diye uğraştığımız insanları ayrı birer varlık olarak tanımaya, anlamaya çalışmıyorduk… Onlardan isteğimiz sadece içimizdeki o büyük boşluğu doldurmalarıydı…
Bu boşluğu doldurmaları için bize hayran, sonsuz sevgili dolu, ve itaatkar insanlar olmaları gerekiyordu… Bir uzantımız olmaları…
Belki bu güne dek gerçek anlamda hiç var olmadığımız için, kendimizden kurtulup başkalarının hayatlarına, kalplerine girmediğimiz, yüreklerimiz hep bizde kaldığı için çekici, parıltılı insanlardık… O yaralı, o hasta varlığımız çekiyordu sanki insanları bize… Hiç gerçek anlamda yaşamamışlığımız…
Gerçek anlamda yaşamadığımız için bize yaklaşan insanı önce hiç olmadığı kadar yüceleştiriyor, kafamızda yarattığımız o sahte idollerden birinin yerine koyuyorduk… Çünkü onu olduğu haliyle anlayıp sevmek çaba isterdi… Onu zayıflıklarıyla sevmek bizi kendimizden kuşkuya düşürürdü… Bir insanı zayıflıklarıyla sevmek bize o derin boşluğumuzu hatırlatırdı…
Bu karşılaşmada içini açmayan, kendinden vazgeçmeyen, adını hiç unutmayan taraf biz olmalıydık… Çünkü içimizi açarsak, kendimizden vazgeçersek, adımızı unutursak içimizdeki o büyük boşluk görünebilirdi… Hiç var olmadığımız… Kendimizi bugüne dek bir başkası için hiç feda edemediğimiz o hiç yaşamamışlığımız ortaya çıkardı… İçimizdeki o katil ortaya çıkardı… Onla yaşamaya mecbur olduğumuz… Mahvolmamak için mahvetmek zorunda olduğumuz…
Evet… İçimizdeki katil… Çünkü bizi sevenlerin sevgisini onları öldürmek için kullanıyorduk… Onların önce varlıklarını gizleyen perdelerini, kapaklarını, zırhlarını açmalarını sağlıyor, çırılçıplak bırakıyor, sonra en zayıf, en kırılgan yerlerinden zehirli dudaklarımızla öpüyor ve o halde bırakıyorduk… Sonra da bir daha hiç aramıyorduk… Onlardan avuçlarımıza dökülen cam kırıklarına bakıp: Hayır aradığım bu değildi, o da diğerleri gibiydi, beni istediğim gibi sevmedi, deyip bir başkasına gidiyorduk…
Birkaç gün önce yüceleştirdiğimiz insanları bize koşulsuz bağlandıklarını hissettikleri anda istediğimize kavuşuyor ve onu beklemediği bir anda küçümseyip aşağılıyor, sonra yolumuza devam ediyorduk… Aradığımız o değildi, diyorduk, o uymuyor yarattığımız idolümüze, o içimizdeki boşluğu dolduramazdı diyorduk…
Öyleyse bir başkasını, bir başkası daha denemeliydik… a ki içimizdeki boşluk dolana dek… Ama dolacak gibi değildi… Bize kendisini sunan her sevginin bir buz kovasına atılmış küçücük bir kor parçası kadar hükmü oluyordu ancak… Ama biz kazanmayı terk etmek sanırken içimizdeki boşluk daha da büyüyordu…
Bize sevgiyle yaklaşan insanları öylesine çaresiz, öylesine çıplak anlarında terk ediyorduk ki, birçoğu adeta sevme yeteneğini yitiriyordu… Önce bir süre o zehirli ateşle bir başlarına için için yanıyorlar, ateşleri dinerken bize ışıkla açılan kalplerine kasvetli bir gölge iniyor ve ardından içlerine doğru kırgın bir nefretle dönüyorlardı…
Kimi geceler boşluğumuza aşık ettiğimiz, sonra da yapayalnız bıraktığımız kurbanlarımızın çığlıklarıyla uyanıyorduk.
İşte biz birbirimizle böylesi gecelerden birinde karşılaştık…
İkimizde birbirimiz için fazlasıyla çekici ve parıltılıydık. Kafamızda yıllardır gezdirdiğimiz idollerin içine hemen yerleştirdik birbirimizi… Sanki daha yüz yüze gelmeden önce böyle bir şeyin olacağını sezmiş gibiydik… İkimizde güçlü, sevecen ve kendimizden emin gözüküyorduk… Fark etmiyorduk daha birbirimizin içindeki o derin boşlukları… Ama birbirimize öyle çekici ve parıltılı görünüyorduk ki içimizdeki boşluklar henüz acı vermeye başlamamıştı…
İkimizde birbirimizi hiç olmadığı kadar yüceltiyorduk… Henüz, bu aradığım insan değil, bu o değil, aşamasına gelmemiştik. İki karanlık orman birbirini ne kadar severse o kadar seviyorduk işte… Daha önceleri başkalarına yaptığımız gibi, birbirimizi tanımaya, anlamaya, öğrenmeye çalışmıyor, durmadan kendimizi anlatıyorduk… Başkaları için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğumuzu… Ne çok sevildiğimizi, ama gerçek anlamda bizim sevgimize kimselerin layık olmadığını… Gerçekte kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, ne için yaşadığımızı anlamaya çalışmadan birbirimizin aynasında kendimize hayran olup duruyorduk.
Sonra biz değil, söylediklerimiz değil, hayatın kendisini usulca hissettirmeye başladı, başka dünyaların insanı olduğumuzu, çok başka şeyler özlediğimizi…
İşte o zaman birbirimizi kendimiz için değiştirmeye başladık…
Kim kimi kendisi için daha uysal, daha itaatkar, daha evcil yapacaktı… Herkes kendisini diğerinden daha kusursuz buluyor, böyle gördüğü için her şeyi kendisinde hak olarak görüyordu… O beni kıskandığı zaman bunu sevgi diye gösteriyor, ben onu kıskandığım zaman bu onun gözün hiç de soylu bir davranış olmuyordu… Durmadan birbirimizde suçluluk duyguları uyandırmaya çalışıyorduk…
Aramızdaki gizli bir savaş başlamıştı… Birbirimiz için yarattığımız o sahte idoller çatlamaya başlamıştı bir yerlerinden…
Çünkü ne o benim istediğim gibi oluyordu, ne de ben onun istediği gibi… Kimse kendi düzenini değiştirmiyordu. Ben böyleyim beni böyle kabul et, sen bana uy, diyorduk birbirimize durmadan…
Kimse bir diğerine içini açmıyor, zayıflığını, çaresizliğini, asıl önemlisi o büyük boşluğunu göstermeye yanaşmıyordu.
Zayıflıklarımızı birbirimize göstermemek için usta bir taklitçi gibi kılıktan kılığa giriyor, durmadan benlik değiştiriyorduk…
Kendimiz için acı çekiyorduk, birbirimiz için değil. Anlamak değil, anlaşılmak istiyorduk. Bu trajik karşılaşma değil, o deva bulmaz dertlerimiz için değil kendimiz için ağlıyorduk, ağladığımız zamanlarda…
Birbirimizi özlediğimiz için değil, kendimize duyduğumuz o derin hasretle koşuyorduk buluşma yerlerine…
Yorulmaya, tükenmeye başlamıştık… İkimizin de beklediği o an yavaş yavaş gelmeye başlamıştı…
Kim kimi en çıplak, en zayıf anında o zehirli öpücüğüyle öpecek ve onu orada bir başına, o en çaresiz anında bırakıp gidecekti… Kim kazandığı anda öbürünü terk edip gidecek ve bir daha aramayacaktı…
Durmadan birbirimizin en kırılgan, en çaresiz anlarını gözlüyorduk. Benliklerimizi zayıflatmak, güçsüz bırakmak için hiç olmadık sebepler yaratıp birbirimize ayrılık senaryoları hazırlıyor, bu senaryolarda karşımızdakine terk edilmiş rolü veriyor, onun bu roldeki gücünü sınıyorduk, ama bunlar hiçbir işe yaramayınca yeniden bir araya geliyorduk.
Kimse yenik ayrılmak istemiyordu… Kimse bu beraberlikte katilinden, kazanma hırsından ve adından vazgeçmek istemiyordu..
Bu oyunları oynarken, kanlarımızı kimsesiz gecelere akıtırken gizliden gizliye birbirimize bağlandığımızı anlayamıyorduk bile..
Çünkü asli rollerimiz vardı bizim… Kazandığımızı anladığımız anda terk edip gitmekti bu… İçimizdeki o büyük üşümeye küçücük bir kor parçası daha atıp yürüyüp gitmek.
Nasılsa geride bizi her şeyimizle kabullenip ömür boyu koşulsuz sevmeye hazır insanlar vardı. Kolay kolay boşluğa düşmezdik.
Kim daha önce davrandı bilmiyorum, ama artık şimdi bunun ne önemi var ki….Bir gün birbirimizi o en zayıf, o kırılgan yanlarımızdan öptük… O zehirli öpücüklerimizle… İşte o zaman anladık birbirimize ne kadar çok benzediğimizi.
O zehirli kanlarımız birbirine bulaştı… Hastalıklarımızın birbirine bulaştığını anlamadan kazanmış olmanın verdiği o lekeli gururla bizi koşulsuz sevenlerin yanına koştuk hemen. Birbirimizde açtığımız yaraları sarmaları için… Onlar yaralarınızı sararken biz birbirimizi en derin mezarlara gömdüğümüzü düşünüyor, bu işten yakamızı sıyırmış ve sanki hiçbir şey olmamış gibi her şeye yeniden başlayacağımızı sanırken geceleri ansızın birbirimizin çığlıklarıyla uyanmaya başlamıştık…
Birbirimizi gömdüğümüz yerden yükselen ve bizi geceleri hiç uyutmayan çığlıklarla.
Bazen bu çığlıklara daha önce terk edip gittiğimiz insanların çığlıkları da karışıyordu… Sanki bizim de kendileri gibi zehirlendiğimizi anlamışlar gibi…
Benim boşluğum ona geçmiş, onu boşluğun bana geçmişti…
Artık çaresizliklerimiz, zayıflıklarımız bize ait değildi, bizde sır değildi..
O kendimize sevdalı, kendimize saplantılı kanlarımız birbirine karışmıştı…
Birbirimizdeki o uzun, o büyük geceyi öpmüştük… Gecelerimiz birbirimize karışmıştı.
Senin yüreğin benim olmuştu, benim yüreğim senin olmuştu…
İsimlerimiz birbirine karışmıştı… Artık kendimi sen, diye anar olmuştum. Sen kendini ben, diye sorar olmuştun….
Birbirimizi öperken görmüştük o büyük boşluklarımızı… Birbirimizi zehirleyip gidecekken aslında hiçbir yere gidemeyeceğimizi anlamıştık…
Baksana günler ne çabuk kararıyor artık… Sonra o uzun geceler başlıyor. Asıl dayanılmazı bu… Hep soruyorum kendime şimdi benim gecemle, benim yüreğimle, benim kanımla orada, uzaklarda ne yapıyorsun, diye… Asıl dayanılmazı bu…
Geceleri çığlıklarını duyup birden uyanıyorum yatağımdan… Çünkü aynı soruları sen de bana soruyorsun, biliyorum… Benim gecemle, benim yüreğimle, benim kanımla orada, o uzaklarda ne yapıyorsun, diye…
Yüzümün yarısı sende kaldı… Yüzümün yarısı öbür yarısına ağlayıp duruyor şimdi…
Benim zamanım sen de kaldı, senin zamanın bende kaldı.
Benim geçmişim senin geleceğinde, benim geleceğim senin geçmişinde kaldı… Başlangıçlarım sende kaldı, bitişlerin bende.
Sığındığımız limanlardaki bizi koşulsuz seven hiçbir sevgili teselli edemez artık bizi..
İçimizdeki o büyük boşluğu onlar bilemez ki… Doğumumuzla birlikte verilmesi bize verilmesi gereken o ilk ve gerçek sevginin yokluğunu onlar ne yapsalar kapatamaz ki.
Geceleri birbirimizi gömdüğümüz mezarlardan yükselen çığlıkları onlar duyamaz ki..
Onlar sadece geçecek, derler… Zaten olmayacak bir ilişkiydi, sürmezdi, sürmeyecekti, bekle, zamanla unutursun, derler…
Yüreklerimizin birbirimizde kaldığını onlar bilemezler ki.
Kiminle öpüşsem sende ki yüreğimi seyrettiğimi, sen kiminle öpüşsen bende ki yüreğini seyrettiğini onlar hissedemezler ki…
Yokluğunu varlığa çevirirsem, biliyorum o artık ben olmayacağım.
Ama sensiz mahvolmaktansa seninle mahvolurum, daha iyi…
Sensiz isimsiz kalacağıma seninle isimsiz kalırım daha iyi.
Bu hayatta yapmak istediğimiz her şey eksik, her şey yarım kaldı.
Artık birbirimizden başka kim tamamlayabilir ki bu eksikliği, bu yarım kalmışlığı… Bu büyük boşluğu…
Çok kırdık, çok incittik, çok insanın sevgisinin önünü kestik, onları yarı yolda bıraktık…
Şimdi onları ödüyoruz..
Artık hiçbir ev, hiçbir yuva almaz bizi içine..
Lanetlendik… Artık nereye gitsek yokluğumuz karşılayacak bizi… Nereye gitsek dışarıda kalacağız…
Yokluğumu varlığa çevir, gel artık benimle mahvol… Bensiz isimsiz kalmaktansa, benimle isimsiz kal, daha iyi… Bak yüzünün yarısı öbür yarısına ağlıyor.
Eksik ve yarım kalmasın artık hayatımızda hiçbir şey…
Bari bunu tamamlayalım…
Gel birlikte mahvolalım…
‘Yüzünün yarısı çocuk / yarısı geçkin bir kadın / yüzünün yarısı öbür yarısına ağlıyor / yüzün kendisini arıyor… / Aşk kaçmış gözlerine / yaşanmamış yılların sana ağlıyor / zaman parçalanırken ellerinde / ölü kelebekler yastığın oluyor… / Ölü kelebekler / hepsi daha değerli erkeklerinden erkeklerinin kanıyla beslenen / ölü kelebekler… / hepsi daha değerli ömründen….’

Cezmi Ersöz

 

Comment 1

  1. Nihan Ersoy
    18 Temmuz 2017

    ” Gerçekte kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, ne için yaşadığımızı anlamaya çalışmadan birbirimizin aynasında kendimize hayran olup duruyorduk.” harika !! tek kelime ile yüzün yarısı öbür yarısına ağlarken nasıl olacak bu işler farkındalığı kimileri buna 40 yaş bunalımı diyor kimileri uyanış … kaleminize sağlık <3

Yorum yapın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.